Alman Filozof Arthur
Schopenhauer şöyle diyor: “O yüzden gençler o maskeli baloda elmaların
balmumundan, çiçeklerin ipekten, balıkların mukavvadan yapılma ve istisnasız
her şeyin oyun ve oyuncaktan ibaret olduğunu mutlaka öğrensinler. Birbirleriyle
ciddi ciddi iş yapma azmi içerisindeki iki insandan birinin sahte mallar
tedarik ettiğini, diğerinin de bunun karşılığında ona sahte paralar ödediğini
zamanında onlara söylemek gerekir. Fakat yapılması gereken daha ciddi
müşahedeler, kaydedilmesi gereken daha kötü şeyler var. İnsan esasında vahşi, korkunç bir
hayvandır. Biz onu evcilleştirilmiş ve dizginlenmiş haliyle tanıyoruz, onun bu
durumuna uygarlık diyoruz. Bu yüzdendir ki ara sıra gerçek tabiatı her
nasılsa ipten kurtulacak olsa dehşete kapılıyoruz. Her ne zaman, her nere de
kanun ve düzenin prangaları ve zincirleri çözülüp yerini kargaşaya bıraksa,
kendisini bütün çıplaklığıyla ele verir o. Fakat bu konuda aydınlanmak için
kargaşa ve düzensizliği beklemeye gerek yoktur. Eski yeni yüzlerce kayıt,
acımasız, merhametsiz gaddarlığı içinde insanın kaplan ve sırtlandan aşağı
kalır yanının olmadığına bizi ikna eder.”
Buradan anlaşıldığı
üzere, insan serbest bırakılmamalı. Çünkü tamamıyla serbest bırakılan insan,
kontrolsüz insan canavarlığa meyillidir. İnsanı hem Din ve hem de
sağlam Devlet kuralları ile dizginlemek şarttır. Ahlaklı insanlar zaten her
yerde saygılıdır. Ahlaklı insanlar Topluma da, Devlete de zarar vermezler.
Mesele olan ahlaksız insanlardır. İşte ahlaksız insanları dizginlemek için,
Devlet kurumlarında güçlü sistem ve sağlam kurum ve kurallar oluşturulmalıdır.
Maalesef bazı
toplumlarda bunun tersi olduğunu görmekteyiz. Mazlumlar, garibanlar ve ahlak
timsali kişiler Devlet yönetiminden dışlanıyor, çakallara, alçaklara kapı
aralanarak, Toplum ve Devlet adeta bir yokoluşa doğru sürükleniyor.
Nasreddin Hoca diyor
ya; “bu
nasıl bir köy, taşları bağlamışlar, köpekler serbest.” Maalesef, bazı
Toplumlarda, bazı Devletlerde vaziyet aynen böyle.
Filozof Arthur
Schopenhauer sözlerine devam ediyor: “Die Welt als Wille und Vorstellung'da Devletin
esas itibariyle herkesi harici saldırıdan ve kişileri sınırları içinde baş
gösterebilecek ihtilaflardan korumak amacıyla varolan bir kurumdan ibaret
olduğunu göstermiştim. Devletin zorunluluğunun nihayetinde insan soyunun kabul
edilmiş adaletsizliğine ve hukuksuzluğuna dayandığı buradan anlaşılır.
Haksızlığın, adaletsizliğin olmadığı yerde kimse devleti düşünmeyecektir, çünkü
kimsenin hakkının herhangi bir tecavüzden koruması gerekmeyecek ve vahşi
hayvanların saldırılarına ya da doğa güçlerine karşı safi bir birlik devletle
kastedilen şeye çok az bir benzerlik gösterecektir. Şatafatlı sözlerle devleti
insan varoluşunun en yüksek amacı ve çiçeği olarak gösteren filozof
taslaklarının dar kafalılığını ve sığlığını bu bakış açısından açık biçimde
görürüz. Spinoza ile birlikte devletten ayrı olarak bir hakkın olmadığını ileri
sürenler hakkın icrası (hak olarak tanınması) için gerekil olan araçlar ile
hakkın kendisini birbirine karıştırmaktadırlar. Hiç kuşkusuz hak ancak devlet
içinde korunma güvencesine sahiptir. Fakat hakkın kendisi devletten bağımsız
olarak mevcuttur. Çünkü güçle o ancak bastırılabilir ama asla ortadan
kaldırılamaz. Dolayısıyla devlet insanın karşı karşıya kaldığı ve kendi başına
değil, ancak başkalarıyla birlik olarak savuşturabileceği çok çeşitli
saldırılarla zorunlu hale gelmiş bir koruma kurumundan başka bir şey değildir.
O halde devletin hedefleri şunlardır: (1) Her şeyden evvel cansız doğa
güçlerine ya da vahşi hayvanlara olduğu kadar insanlara, dolayısıyla başka
kavimlere karşı da gerekli olabilecek harici koruma; her ne kadar bu durum en
sık karşılaşılan ve en önemli durum olsa da, çünkü insanın en kötü düşmanı
insandır: “Homo homini lupus.” (İnsan insanın kurdudur.) (2) Mevcut dürüst ve
adil durumun muhafazasıyla içeriye yönelen koruma, yani bir devletin üyelerinin
birbirlerine karşı korunması, dolayısıyla özel hakkın güvence altına alınması.
(3) Koruyucuya karşı, yani kendisine ya da korumanın yönetiminin teslim
edildiği kişilere karşı koruma, dolayısıyla kamu hakkının güvence altına alınması.
Bu koruyucu gücün üçlü birliğinin, yani yasama, yargı ve yürütme (erkinin)
bölünmesi ve birbirinden ayrılmasıyla sağlanabilir. (Arthur Schopenhaur’ın
Hukuk Ahlak ve Siyaset Kitabı:
file:///C:/Users/Administrator/Downloads/Hukuk%20Ahlak%20ve%20Siyaset%20%C3%9Czerine%20Arthur%20Schopenhauer.pdf)
Alman Filozof Arthur
Schopenhaur Krallık İdaresini Cumhuriyet Yönetimine tercih etmektedir.Filozof Krallık İdaresi daha uygun ve daha iyi yönetim diyerek Cumhuriyet
İdaresini eleştirir.
Niye mi eleştirir? İşte
nedeni: “Cumhuriyetin özel ve kendi özüyle çelişen mahzuru, bu yönetim tarzında
yetenekli, üstün zeka sahibi kimselerin yüksek konumlara ulaşmasının ve
dolayısıyla doğrudan siyasi nüfuza sahip olmasının Krallık yönetiminde
olduğundan daha güç olmasının kaçınılmazlığıdır. Çünkü her zaman, her yerde ve
bütün koşullarda dar kafalı, kıt akıllı ve bayağı ruhlu kimseler üstün zeka
sahibi insanlara karşı derhal ya da içgüdüsel olarak birleşip ittifak
oluştururlar ve onları doğal düşman olarak görürler; onları bir araya getirip
birbirlerine böylesine sıkı sıkıya kenetleyen şey bu tür insanlardan duyduktan
ortak korkudur. Şimdi bir Cumhuriyet İdaresinde çok sayıda bayağı ruhlu kimse
kendilerini gölgeleyip önlerine geçmemesi için üstün zekalı insanları bastırıp
saf dışı etmede kolaylıkla başarılı olurlar. Ve herkesin başlangıç itibariyle
eşit haklara sahip olduğu iddiasına karşın yeteneksizlerin sayısı diğerlerinden
elli kat fazladır. Halbuki Krallık İdaresinde dar kafalıların üstün zekalılara
karşı bu doğal ve evrensel ittifakı tek yanlıdır ve ancak aşağıdan
örgütlenebilir; halbuki yukarıdan zeka ve yetenek doğal olarak korunup
desteklenir. Çünkü öncelikle Kralın kendisi başka herhangi birinin rekabetinden
korkmayacak kadar yüksektedir ve yerine sağlam şekilde yerleşmiştir. Sonra
kendisi devlete aklından çok iradesiyle hizmet eder; çünkü akıl bunca talep ve
iddiaya asla denk olamaz. Dolayısıyla onun her zaman başkalarının aklından
yararlanması gerekir; ve çıkarlarının ülkesinin çıkarlarıyla sıkı sıkıya bağlı,
onlardan koparılamaz ve onlarla özdeş olduğunu gördüğünden, doğal olarak en
iyilere öncelik verir ve onları himaye eder, çünkü onlar onun en uygun
enstrümanıdır, tabi ki onları bulacak yeteneğe sahip olduğu sürece, ki dürüstçe
araştırıldığı takdirde bu güç bir şey değildir. Hatta bakanlar bile küçük
siyasetçilere kıskançlıkla yaklaşmayacak kadar onların ilerisindedir; ve
dolayısıyla benzer sebeplerden ötürü yeteneklerinden yararlanmak için seve seve
seçkin zekaya sahip kimseleri tek tek seçip işe koyarlar. Dolayısıyla bu
şekilde Krallık İdaresinde akıl her zaman ezeli-ebedi ve amansız düşmanı
budalalığa karşı Cumhuriyet İdaresinde olduğundan daha büyük şansa sahiptir; ve
onun kazandığı üstünlük çok büyüktür.” (Arthur Schopenhaur’ın Hukuk Ahlak ve
Siyaset Kitabı: file:///C:/Users/Administrator/Downloads/Hukuk%20Ahlak%20ve%20Siyaset%20%C3%9Czerine%20Arthur%20Schopenhauer.pdf)
Yazı serimize başka
filozof ve âlimlerin ahlak ve Devlet üzerine görüş ve
düşüncelerine kendi fikrimizi de şerh ederek devam edeceğiz, inşallah.
Ahmet SANDAL