Bir söz yazdım ve altına “Sandalî” diye imzamı attım. Esasında yazmadan önce bunun üzerinde epey düşündüm. Zihnimi yordum. Bir felsefeci değilim. Doğru mu düşündüm, yanlış mı düşündüm. Varın siz karar verin.
Ne mi yazdım? Ne’yi mi düşündüm. Evet, şunu yazdım: "İnanç ya da inat vardır. İnançsızlık yoktur. İnançsızlık dedikleri aslında inattır." Sandalî
Evet, “Sandalî” imzasıyla bunu yazmadan önce de düşündüm ve yazdıktan sonra da düşünüyorum.
Bir tarafta “inanç var”, diğer tarafta “inat var” diyorum. Bu ikisinden birisi üzerine doğar insanoğlu. O “inanç”tır. Herkes doğuştan ve fıtrattan gelen özellik olarak “inanç” üzere doğar. İnsan fıtratı ve yapısı inanmaya programlıdır ve inanmaya hazırdır. İnsanoğlu “inançsızlık” üzere doğmaz.
Sevgili Peygamber Efendimiz (asm) bir Hadis-i Şeriflerinde beyan buyurdu ki; “Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar. Sonra onu ailesi, anne ve babası Yahudi, Hristiyan ve Mecusi yapar.” Evet, her doğan bebek doğduğunda tertemizdir. Zihni, aklı saf ve sadedir. Bu zihin ve akıl yapısı İslam’ın tüm emirlerini yerine getirmeye hazırdır ve yasaklarından kaçmaya da uygundur. Ve insandaki doğuştan gelen bu yapı ve fıtrat “inanmak” noktasında da tam bir hazırlık ve uygunluğa sahiptir. Çocuğa yaşına ve durumuna göre vereceğiniz inanç üzere her bilgi çocuk zihninde olumlu bir yansıma bulacaktır. İnanma gerçekleşecektir. Çünkü, fıtrat, akıl, kâlp ve ruh inanç üzere programlanmıştır. Böyle programlanan bir sistemde bir arıza ve bir direnç varsa, bunun sebebi tamamen inat ve kibirdir. Moda tabirle ifade edecek olursak, normal bilgisayar programlarına nasıl ki sonradan virüs bulaştırılıyor ise, inanç üzere programlanan insanda eğer inat ve kibir oluşuyorsa, işte bu da virüs ve hastalıktır.
Evet, hassaten belirtiyorum, inancın zıttı ve tam karşıtı inançsızlık değil, inattır. İnattan doğan isyana ve kibre inançsızlık deniliyor. Esasında bu inançsızlık şeklinde adlandırılmamalı, doğrudan doğruya inat, kibir ve isyan şeklinde açıklanmalıdır. Çünkü, inanç vardır ve tabi olan budur. Bu tabi olan ve fıtrata uygun olan bir özelliğe karşı duruş varsa, bu onun yokluğu ya da zıttı şeklinde değerlendirilmemeli, ancak, bir tepkisi ve reaksiyonu olarak görülmelidir. Ya da inanç içine girmiş bir virüs olarak da değerlendirilmelidir. Bu durumda da, “inançsızlık yoktur, inanç içerisine girmiş virüs vardır” diyebiliriz. Bu virüsün temizlenmesi gereklidir. Tabi, bu virüsün daha baştan da engellenmesi mümkündür Bilinmektedir ki, bilgisayarlarda virüsten korunma programları vardır. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i şerif’ler, tüm inat ve isyandan yani inanç’a karşı gönderilen tüm virüslerden, korunma için en asli ve en birincil bir programdır.
"İnanç ya da inat vardır. İnançsızlık yoktur. İnançsızlık dedikleri aslında inattır" şeklinde özetlediğim görüşlerimi daha da farklı misallerle açıklamaya çalışayım.
Ben Ahmet’im. Bana karşı tepki verenlere ve benden farklı düşünenlere “Ahmetsiz” mi denilir, yoksa “Ahmet Karşıtı mı” denilir? Elbette, “Ahmet Karşıtı” denilir. Ben asılım ve ben asıl olduğuma göre, benim olmadığım bir niteleme yani “Ahmetsiz” nitelemesi yanlış bir niteleme ve tanımlamadır.
Şimdi burada “Ahmet” ismine takılmayın. Bu isim yerine “Sedat” yazın ve “Sedat’ın zıttının “Sedatsız” değil, Sedat Karşıtı” olduğunu anlayın yeter.
Gelelim, bir başka misale. Bir fikir akımından ya da olgudan bahsedelim. Yapı ve binalarda “Barok” diye bir sanat var. Bu sanata karşı görüş belirtenlere “Baroksuz” denilmez, Barok karşıtı ve o fikre inat eden denir. Ekonomide “serbest piyasayı” savunmayıp da karşı görüş belirtenlere “serbest piyasasız” denilmez, “serbest piyasaya karşı duran ve inat eden” denilir.
Bu misalleri niye anlatıyorum. Bir fikre karşı durduğunuzda ve ona inat ettiğinizde o fikir kaybolmuyor ve yerinde duruyor. Sizin inadınız ve karşı duruşunuz bir tepki ve bir reaksiyon olarak değerlendiriliyor. Bunun gibi, inanca karşı durmanız ve tepki vermeniz o inancı ortadan kaldırmıyor, sizin tepkiniz bir inat olarak değerlendiriliyor.
Tabi, burada şunu hemen ileri sürerek itiraz edenler olabilir. Siz burada bir görüşü veri ve asıl olarak alıyor ve onun karşısındaki görüşleri “bir tepki ve inat” olarak değerlendiriyorsunuz, bu doğru değil” diyenler olabilir. Onlara da cevabım şudur: “Ben var olanı ve mevcudu asıl olarak alıyorum ve onun varlığının asla suni gündemlerle ve bazı itirazlarla yok edilmeyeceğini ifade ediyorum.” İnanç vardır ve asıldır. Buna itiraz edenler, inançsız değil, inatçıdır diyorum. Çünkü, inançsızlık mümkün değildir.
Bu açıklamalardan sonra görüşlerimi şöyle bir sona ulaştırmak istiyorum: “Mü’min olmak asıldır. Mü’min olmayanlara kafir, münafık, münkir ya da müşrik denilir. Kafir, gerçeğin üstünü örten kapatan demektir. Münafık, küfrünü gizleyen, insanları kandıran demektir. Münkir, inkar eden ve nankörlük yapan demektir. Müşrik demek, Allah’a eş koşan ve ortaklar edinen sapık demektir. Dikkat edin, mü’min kavramının zıttı olan tüm kavram ve görüşlerde bir inat ve bir isyan vardır. Aynı bu noktadan hareketle, “inanç” kavramının karşısında da bir inat ve isyan vardır ve bundan dolayı, inançsızlıktan değil, bir inat ve isyandan bahsetmek doğru olandır.”
İnanç tabi olandır ve karşısındakiler “inançsız” değil, inatçı ve isyankârlardır. İnat edene, isyan edene inançsız demek, inanç kavramını gözden düşürmek manasına gelir. Bundan dolayı nasıl ki, Ahmet’e inat edene ve isyan edene Ahmetsiz denilmez, inanç noktasında inat edene ve isyan edene “inançsız” değil, inatçı ve isyankâr demek daha doğrudur. Vesselam.
Ahmet SANDAL