Miyelodisplastik sendrom (MDS), toplumda
farkındalığı yüksek bir hastalık değil. Genellikle ilerleyen yaşta ortaya çıkan
yorgunluk, göğüs ağrısı ve kalp çarpıntısı gibi belirtilerle kendini
gösteriyor. Bu belirtiler karşısında da hastalar “Yeterli beslenemedim, vitamin alamadım, galiba üşüttüm göğsüm ağrıdı” gibi nedenlerle belirtileri hafife
alabiliyorlar. Önemsenmeyen bu belirtiler, hastalığın teşhisinde gecikmenin en
önemli nedenlerinin başında geliyor. Oysa sonuçları ciddi ve önemli olan bu
hastalık, löseminin öncüsü olarak kabul ediliyor. Şu an için tedavi seçenekleri
kısıtlı olan MDS, dünya nüfusunun yaşlanmasıyla birlikte daha sık görülmeye
başlanan ve ileride daha çok sayıda kişide rastlanacağı tahmin edilen bir
hastalık. Acıbadem
Maslak Hastanesi Hematoloji Uzmanı Prof. Dr. Mustafa Çetiner, hastalığın erken evrede teşhisinin çok önemli
olduğuna dikkat çekerek miyelodisplastik sendromu hakkında bilinmesi
gerekenleri anlattı.
Kısaca “kemik iliğinin yeterli sayıda
sağlıklı kan hücresi üretememesi” olarak tanımlanan miyelodisplastik sendrom
(MDS), Dünya Sağlık Örgütü tarafından kanser grubu hastalıkları arasında
sayılıyor. MDS’nin en önemli özelliklerden biri de, her üç hastadan birinde
sendromun, akut miyeloid lösemiye (AML) ilerlemesi. ABD’de her yıl 12 bin ile
20 bin arasındaki kişiye yeni MDS tanısı konduğunu anlatan Prof. Dr. Çetiner,
kayıt sisteminde yaşanan sorunlar nedeniyle hastalığın ülkemizde görülme
sıklığı hakkında net veri olmadığını dile getiriyor. Nüfusun yaşlanmasına bağlı
olarak gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ülkemizdeki MDS sıklığının da artacağının
tahmin edildiğini belirten Prof. Dr. Mustafa Çetiner, “MDS, bir ileri yaş
hastalığıdır. Tanı alanların sadece yüzde 6’sı 50 yaşın altında. Hastaların
yüzde 86’sı da 60’ı yaşın üzerinde. Ortalama tanı yaşı ise 76” diye bilgi
veriyor.
Geçirilen
kanser, riski artırıyor
Hastaların yüzde 80’inde MDS’ye yol açan
başlıca neden bulunamıyor. Ancak belirli risk faktörleri bulunuyor. Sigara ve
tütün kullanımının hastalığın gelişimiyle ilişkili olduğu düşünülüyor. Ayrıca
yüksek düzeyde benzen, solvent ve tarım ilacına maruz kalmak da riski artıran
faktörler arasında kabul ediliyor. Hastalığın erkeklerde görülme oranı
kadınlara göre 2.25 kat daha fazla. Prof. Dr. Çetiner, bu farkın nedeninin tam
olarak bilinemediğini ancak sigara ve kimyasala maruziyet ile
ilişkilendirilebileceğini belirtiyor. MDS, daha önce kanser tedavisi gören
kişilerde de gelişebiliyor. Özellikle meme, testis, Hodgkin ve Hodgkin dışı
lenfoma gibi kanser türlerinin tedavisinden sonraki 10 yıl içinde MDS riski
artıyor.
Erken
dönemde belirti vermiyor
Hastalık erken dönemde genellikle
şikayetlere yol açmıyor. İlerleyen evrelerde ise kan hücre sayısının
düşüklüğüne bağlı olarak hastalarda çeşitli yakınmaların ortaya çıktığını
belirten Hematoloji Uzmanı Prof. Dr. Mustafa Çetiner, halk arasında “kansızlık”olarak bilinen anemi, yani kırmızı kan hücre sayısı düşmesinin en sık
karşılaşılan bulgu olduğunu söylüyor. “Peki, hastalar bu durumda neler
hissediyor?” sorusunu Prof. Dr. Mustafa Çetiner şöyle yanıtlıyor:
“Hastalar kendilerini yorgun ve halsiz
hissederler. Ayrıca kalp çarpıntısı, soluk deri rengi, nefes darlığı ve göğüs
ağrısı gibi şikayetler de olabilir. Beyaz kan hücre sayısının düşük olduğu
durumlarda da hastada ateş, tekrarlayan ve uzun süren enfeksiyonlar ortaya
çıkıyor. Her 4 hastadan birinde düşük trombosit (pıhtılaşma hücresi) sayısına
bağlı olarak diş eti ve burun kanamalarının yanı sıra ciltte morarma
görülüyor.”
Vitamin
eksikliği ile karıştırılıyor
Şiddeti günlük yaşamı etkileyen
yorgunluk, göğüs ağrısı, kalp çarpıntısı, sık ve uzun süren ateşli hastalıklar
veya sık ve kolay kanama gibi şikayetler gözlemlendiğinde bu belirtileri
önemsemek ve bir uzmana başvurmak gerekiyor. Böyle bir durumda öncelikle MDS’yi
taklit edebilecek “B12, B9 (folik asit) vitamin eksikliği, bakır eksikliği,
yüksek oranda alkol tüketimi, HBV, HCV ve HIV başta olmak üzere enfeksiyonlar
ve diğer kan hastalıkları” gibi durumların dışlanması gerektiğini anlatan Prof.
Dr. Mustafa Çetiner, “MDS ne yazık ki gözden kaçabilen, tanısı zor bir
hastalık. MDS’nin erken döneminde anormal kan sayımları tek bulgu olabilir. En
önemli tanı yöntemi ise kemik iliği biyopsisidir. Biyopside, kan hücreleri sayı
ve şekil açısından değerlendirilerek tanı konuluyor” diyor.
Kemik
iliği nakli her hastaya uygun değil
MDS’nin, “çok düşük, düşük, orta, yüksek
ve çok yüksek” olmak üzere beş risk kategorisi bulunuyor. Düşük riskli MDS
hastalarında ortalama yaşam süresi uzun olabilirken yüksek riskli hastaların
yaşam süresi 6 aya kadar düşebiliyor. Çok düşük ve düşük riskteki hastalara
genellikle kan yapımını artıran hormonlar ve kan nakli gibi destek tedaviler
uygulanıyor ve hastalar yakın takip ediliyor. Yüksek riskli hastalarda ise
tedaviye vakit kaybedilmeden başlanması oldukça önem taşıyor. Her hastalıkta
olduğu gibi MDS tedavisinin de hedefi tam iyileşme. Bunu sağlayacak tek tedavi
yöntemi ise kemik iliği nakli. “Nakiller genellikle 65 yaş altı ve genel sağlık
durumu uygun hastalara öneriliyor. Ancak ortalama tanı yaşı 65’in üzerinde ve
ek hastalığı olan birçok hastaya kemik iliği nakli uygulanamıyor” diyen Prof.
Dr. Mustafa Çetiner, şöyle devam ediyor:
“Ne yazık ki, şu anda MDS için tedavi
seçenekleri oldukça sınırlı. Şu anda Amerikan sağlık otoritesi FDA tarafından
onaylı üç ilaç bulunuyor. Bu ilaçlar yaşam süresini uzatırken hastalığın
lösemiye ilerleme riskinde de azalma sağlıyor. Fakat bu ilaçların yanıt
oranları yüzde 40-60 arasında değişirken bir süre sonra hastalarda tedaviye
yanıtsızlık da gözlemlenebiliyor. Aynı zamanda ilerleyen dönemlerde hastalar
kan nakline bağımlı hale de gelebiliyor. Yüksek kan nakli ise hastaların
vücudunda demir birikimine yol açıyor. Bu da kişinin yaşam kalitesini ve
hastalığın seyrini olumsuz etkiliyor. Fakat MDS alanında birçok klinik çalışma
yürütülüyor ve gelecekte hedefe yönelik tedavilerin geliştirileceğine
inanıyorum.“